Atalarımızın veballerini, sıkıntılarını, büyülerini, ah-beddua-lanetlerini, ruhsal cezalarını, vicdan azaplarını, karanlıkla veya farklı boyutlarla yaptıkları antlaşmalarını yani bize sıkıntı veren bir sürü kirliliklerini neden miras olarak alıyoruz? Bu sorunun cevabını; “Ataların Gölgesinden Aydınlığa” adlı kitabımda, “Morfo-genetik-alanlar” başlığı altında detaylı bir şekilde açıklamıştım. Burada da elimden geldiği kadar kısa bir anlatımla konuyu yeniden izaha çalışacağım.
İnsan, geçmişte yaşadıklarını geleceğe aktararak zamanda akan bir varlıktır. Şimdiki zamana geçmişin anılarını, bu anılardaki duygularını, düşüncelerini, yeteneklerini, kısaca yaşanmışlığını taşır. Bu zamana; eksik kalan, eksik olan veya yoğun hissedilen yaşanmışlıkları daha fazla yükleriz. Yürek soğumadan biten ilişkiler (eksik kalan), şefkatsiz-sevgisiz ebeveynlerle büyümek (eksik olan), aileye yeni bir bireyin katıldığı an-doğum gibi (yoğun hissedilen)…
Aslında her yaşanmışlığı her anımıza taşırız. Çünkü içimizde, tüm yaşanmışlığımızın deneyimini depolayan eşsiz bir mekanizmamız var: Hafızamız.
Hafızamız; bedenimizin tümüne, “tüm hücrelere” yüklenmiş şekilde bizimle birlikte geleceğe akar. Çünkü bizi şimdide karşılaşacağımız her türlü duruma karşı, bilincimiz fark etse de etmese de bir şekilde bizi uyarır, gereken bilgileri bize sunar… Şimdiyi, geçmişimizle karşılarız…
Hafızamızın silindiğini bir düşünün, şimdiyi tanımlamamız nasıl olurdu dersiniz?.. Bana göre, bomboş ve de tehlikeli bir tanımlama olurdu bu… Şimdiye kadar edinilen bilgilerle/tecrübelerle birlikte; yaşamla başa çıkmak bizi zorlarken, bir de bu bilgiler/tecrübeler olmadan yaşamı karşılamayı hayal etmek bile ürkütücü… Varlığımızı bağımsız devam ettirebilmemiz açısından oldukça tehlikeli…
Bilincimiz, doğduğumuz andan itibaren bir kimlik içinde geliştiği için aynı kimliğin farklı aşamalarındaki yaşanmışlıklara ses çıkartmıyor. Mesela; “Neden ben çocukluğumun acılarını şimdide yaşamak zorundayım ve onlar çocukluğumun yaşanmışlıkları, bana ait değil, neden ben yükleneyim ki?” demiyor. Çünkü çocuklukla “şimdide olan kendisini” aynı kimlikte -yani bir bütün olarak- görüyor. Çocuklukta yaşanılanları bildiği, hissettiği için de ona sahip çıkıyor ve geleceğin geçmişin sevaplarını, günahlarını yüklenmesine herhangi bir itirazda bulunmuyor.
Hâlbuki madde boyutundan bakıldığında, çocukluktaki biz ile şimdideki bizim hiçbir hücremiz aynı değil… Görüntü ve boyutlarımız da aynı değil… Ama her değişen hücrelerin yerine gelen yeni hücreler, diğer hücrelerin yüklendiği enerjiyi, bir bakıma yaşanmışlıkları yüklenerek -şimdide yaşanacaklarla birlikte- geleceğe akıyor… Ve de görevlerini yerine getiriyor… Getiremediklerinde ise, zaten bildiğiniz gibi kanserleşiyor. Bedeni, sistemi yok ediyor.
Aynı şekilde “insanlık soyu” da bir beden gibidir. Bu beden de varlığını sürdürebilmek için geçmişin deneyimlerinin geleceğe aktarılmasını sağlayan, deneyimlerin depolandığı bir hafıza alanına (Morfo-genetik-alan) sahiptir. Bu hafıza alanı sayesinde, bu bedenin hücreleri gibi olan bizler de, geçmişin (ataların) deneyimlerini şimdide hatırlayıp, yaşanılanlara eski-yeni bakış açıları getirerek tepki veriyor ve geleceğe akıyoruz…
Nasıl ki, hafızamız bu iyi, bu kötü diye seçim yapmadan sadece yoğun hissedilen, eksik olan, öğrenilen her şeyi içine çekip saklıyorsa; aynı şekilde Morfo-genetik-alan da iyi-kötü ayrımı yapmadan insanlığın yoğun olarak hissettiği, yoğun işlediği, öğrendiği, kabiliyet kazandığı her türlü durumu, anı da depoluyor. Yani, bizler “atalarımızın yaşadığı geçmişin” sadece negatif durumlarını miras almıyoruz; onların bilgeliğini, yeteneklerini, üstlerine çektikleri olumlu enerjileri de miras olarak alıyoruz.
Fiziksel bedenimizin onların bir kombinasyonu olduğu konusuna hiç girmiyorum bile…
Nasıl ki bedenimizde her hücre öldüğünde yeni bir hücre onun işlevini alıyor ve taşıdığı enerjiyi yükleniyorsa, aynı şekilde bizler de atalarımızın canlandırdığı canların mirasını alıyor ve o canların taşıdığı enerjileri yükleniyoruz.
Böylelikle yaşam, yaşanmışlıkların yüküyle devam ediyor.
Bizlerin “insanlığın Morfo-genetik-alanından” kopmamız, kapatmamız gibi herhangi bir kaçışımız yoktur. Ancak hücreler gibi, bulunduğumuz noktada fonksiyonumuzu yerine getirmemiz ve bilinçli olarak yüklendiğimiz enerjileri evrensel bütünlüğe uyumlu bir şekilde dönüştürmemiz gerekir.
Nasıl ki, çocukluğumuzla aynı olmadığımız halde çocukluğumuzun hissedişlerine, anılarına itiraz edemiyorsak; aynı şekilde atalarımızın yaşanmışlıklarına da itiraz etmemiz mümkün değildir…
Bana göre insanın temel fonksiyonlarından/görevlerinden biri de şudur: “Morfo-genetik-alan”da temizlik yapmak ve geleceğe insanlığın ortak alanına yüklediğimiz olumlu enerjilerle akmak…
Geçmişte yaşanılan korkular, nasıl ki gelecekte kendisini gerçekleştirirse; aynı şekilde insanlığın ortak yaşadığı korkular değiştirilip dönüştürülmediğinde gelecekte kendisini gerçekleştirir… İşte bu nedenle; “Tarih, daima tekerrür eder.”…
Bizler, bu yaşamda son nefesimize kadar atalarımızın yaşanmışlıklarını iyisiyle, kötüsüyle hayatımıza çekeceğiz ve yaşayacağız. Bundan kaçış yoktur; ama yaşamımıza çektiklerimizi değiştirip dönüştürecek yöntemler öğrenip, bu yöntemleri geliştirerek geleni güçlü/bilinçli bir şekilde karşılama imkânımız vardır… Ve de insanlığın geleceğine daha hafif yükler bırakma şansımız mevcuttur…
Hepimizin “Morfo-genetik-alan”ı iyi anlayıp sorumlulukları üstlenmesi ve karşılaştığı her türlü durumu karşılayabilecek bol bol yöntemleri olması dileğiyle…
Sevgi ve Saygılarımla,
Vildan Çolak