“Ormanın Ruhu” miti Japon sanatçı Miyazaki’nin “Princess Mononoke” animasyonunda dikkatimi çekmişti. Miyazaki ormanın ruhunu yürüdüğü her yere canlılık, coşku, yani yaşam getiren bir tür geyik olarak canlandırmıştı. Belki Miyazaki’nin enerjisi, belki konuyu işleyişindeki ustalık, animasyonu izlediğimde beni çok etkilemişti.
Kökcanlandırmak Sunumlarının ilk başlarında, hatta yaptığım çalışmaya “Kökcanlandırmak” ismini vermediğim dönemde, arkadaşlarımla açtığım bir sunumda, kendiliğinden alana bir enerji, arkadaşlarımdan birine yüklenerek girdi. Arkadaşımın kendisini rahat bırakmasıyla da, beden dili, aynı ayak kısmı toynaklı, elleri kolları güçlü bir yaratık oldu. Bu yaratık bize, “Sunum sahibine destek verdiğini” söyledi.
Tabi ki böyle bir yaratığı ilk olarak karşımda gördüğümde ne hâle geldiğimi ve aklımdan binlerce şeyin nasıl toplu hâlde geçtiğini tahmin edersiniz. Bir yandan içim, sezgilerim, yani esas enerjileri tanıyan tarafım, yaratığa karşı çekingen, saygılıydı; diğer taraftan bilgiyle olayları değerlendiren bilincim “Bu yaratığın ayakları toynaklı; acaba şeytanla karşı karşıya mıyım?” diye sorguluyordu. Hiçbir şey yapamadan alanı kapattım. Kafam karışmıştı tabi ki!… Arkadaşa şeytan mı destek veriyordu, yoksa başka bir şey mi?
Aradan bir müddet geçtikten sonra -hâlâ arkadaşlarla çalıştığım dönemdi- bir arkadaşımızın kardeşine açtığımız sunumda, alana kendiliğinden ayakları toynaklı ve elleri, kolları güçlü bu yaratık tekrardan çıktı, ama bu sefer çok öfkeliydi. Ara ara sunum sahibi olan kişiyi göstererek onu dövdüğünü dile getirdi. İçim haklı olduğunu söyledi, ama hâlâ şeytanla mı, yoksa başka bir yaratıkla mı karşı karşıya kaldığımı bilmiyordum.
İçim haklı olduğunu hissettiği için sunum sahibini temsil eden kişiyi onun karşısına getirip özür diletmeye kalktım, ama bana kükredi nerdeyse ve “Özür dilemeyle kurtulacağını mı sanıyor!” diye bağırdı.
Neyse ki, olayı çözdüm ve onu yatıştırdım. Her şeyden önce onun şeytan olmadığını, bir yaratık olduğunu anladım. Daha sonra bu yaratığa da “toynaklı” ismini verdik. Meğer o “ormanın ruhu” ailesinin fertlerinden biriymiş.
İlerleyen zamanda “ormanın ruhu” sık sık sunumlarımda ortaya çıktı. Hâlâ da ara sıra ortaya çıkıyorlar. Ya sunum sahibinin atalarından birilerinin ormanda saygısızca ağaç kesmesinden veya saygısızca hayvan öldürmesinden dolayı soyu cezalandırıyorlar.
İnsana o kadar kızgınlar ki, özellikle doğanın düzenlerini bilmeyen ve saygı göstermeyen insanlara; özür dilemek onların kızgınlığını dindirmiyor. Tek istedikleri insanoğlunun “anlaması”… Doğanın her parçasının yaşadığını, saygısızca, açgözlülükle doğanın sömürülmeyeceğini insanoğlunun öğrenmesi, onların tek istediği şey.
Hatta bir keresinde sunumlarıma bir delikanlı kız arkadaşını alarak geldi. Kızın doğru düzgün hiçbir şeyden haberi yok. Çalışmanın nasıl yapıldığını bile orda öğrendi. Bir bayana sunum açıyordum ve sunumun ilerleyen aşamasında delikanlının kız arkadaşını alana aldım. Amacım, toynaklıyı ona yüklemek değildi; sunum sahibinin sıkıntılı bir durumunun nedenini ortaya çıkartmaktı. Kızın beden duruşu değişti. Hemen enerjiden ve beden duruşundan toynaklının alana girdiğini anladım. Kız ne olduğunu anlayamadı, sadece “Kızgınım ve ellerim çok kuvvetli, sanki dövüyorum.” dedi. Sunum sahibini temsil eden kişiyi onun yanına götürdüm ve karşılaştırdığım sırada temsil eden kişi; “Kesilmiş ağaç kokusu algılıyorum. Sanki benim de yüzüm ağaç kabukları gibi. Bu kişinin cildinde ciddi bir sorun var.” dedi. Sunum sahibi de alandaydı, ama kimse onun sunumu olduğunu bilmiyordu. Gerçekten de sunum sahibinin yüzünde cilt hastalığı vardı. Sunum sonrasında ailede de cilt problemi olduğunu öğrendik. Sunumdan bir müddet sonra kişiyle görüştüm. Bana “Doktora gittiğini ve doktorun yeni bir ilaç verdiğini, deneyeceğini.” söyledi. Sonrasında durumunda nasıl bir değişiklik olduğunu takip edemedim açıkçası.
Bir başka sunumda ise obsesif-kompulsif bir genç kıza sunum açıyordum. Toynaklıyla tekrardan karşılaştım. Bu sefer atalar çok fazla hayvan öldürmüşler. Toynaklı da soyu cezalandırıyordu. Gerekenler yapıldıktan sonra, toynaklı kızın alanından gitti. Bir-iki ay sonra anne beni sevinçle aradı. Bu dönemde annenin aklına kızının doktorunu değiştirmek gelmiş. Yeni bir doktor bulmuşlar ve doktor farklı bir tedavi uygulamış. Kızının on beş gündür takıntılarının gittiğini ve gittiğini de yeni fark ettiklerini sevinçle anlattı. O dönemde internette araştırdığımızda bu konuyla ilgili fazla bilgiye ulaşamadık. Fakat bu yazıyı yazmaya niyet ettiğimde, google amcaya sordum ve karşıma ilginç bilgiler çıktı.
Bu bilgilerden birazını burada paylaşmayı uygun buluyorum:
“Eski Türk inancına göre avın verimliliği ve zenginliği tamamıyla bu ruhların himâyesi altındadır. Avlanmak üzere ıssız ve uçsuz bucaksız ormanlar ile yüksek ve aşılmaz dağlara giden avcılar, kendilerini çeşitli tehlikelerden koruyacak, ümitsizlikten kurtaracak ve bilhassa avın bereketli geçmesini sağlayacak bir kuvvetin varlığına, ormanların, dağların ve hayvanların koruyucu sahipleri olduğuna inanmış ve ava bu inancın teşvikiyle çıkmışlardır. Buna göre eski Türkler ava çıkmadan önce dinî manada törenler yapar, avın başarılı ve bereketli olması için gereken bütün örf ve kaidelere riayet ederlerdi. Bilhassa avlanacak hayvanı koruyan ruha bağlılıklarını göstermeye çalışırlardı. Her avcı ava çıkmadan önce gerektiği şekilde bir dinî ibadet yapmak mecburiyetindeydi. Av hayvanlarının koruyucusu da, avcıların kendisine gösterdiği bu saygı ve ilgi nispetinde onlara av konusunda cömert olurdu (Caferoğlu, 1972: 169-170; Baykara, 2001: 109-111).
Eski Türklerin bu inançlarıyla bağlantılı olarak Kuzey Kafkasya bölgesinde yaşayan Karaçay-Malkar Türklerinin eski kültüründe, av hayvanlarının, bilhassa geyik ve dağ keçisi cinsinden yabanî hayvanların Apsatı adında bir koruyucusu olduğuna dair bir inanç vardır.
Bu inanca göre Apsatı, koruyucusu olduğu hayvanların kendisinden izinsiz olarak avcılar tarafından avlanmasına müsaade etmezdi. Bunun aksini yapan avcılar, Apsatı tarafından çeşitli şekillerde lânetlenerek büyük felâketlerle karşılaşırlardı. Bu yüzden, avcılar ava çıkmadan önce, Apsatı’nın şerefine törenler tertip ederler; kurbanlar keserler, dualar ederler, dilekler dilerlerdi. Mesela, Yukarı Çegem bölgesinde Apsatı Taşı adı verilen kutsal bir kayanın olduğu yerde, sonbaharda geyik avına çıkmadan önce burada Apsatı için törenler yapılır, kurbanlar kesilir, dualar edilir, Apsatı Taşı’nın etrafında, bir tür dinî ibadet şeklinde çeşitli danslar icra edilirdi. Karaçay-Malkar Türklerinin eski kültüründeki bu inanca göre, Apsatı başlangıçta beyaz bir dağ keçisi şeklinde, daha sonraları ise yüksek dağların tepesindeki bir tahtta oturan, heybetli, uzun ve ak sakallı ihtiyar bir adam olarak tahayyül edilmiştir (Laypanlanı-Dudalanı, 1940: 12,18; Haciyeva, 1988: 18,222; Töppelanı, 2007: 37-38; Alanskiy, 2007: 176).”
Eskiler biliyorlar, değil mi?…
Biz de Kökcanlandırmak Sunumlarında “yeniden” öğrendik... Artık daha bilinçli, neden-nasıl noktasını daha iyi özümseyerek doğaya saygımızı gösteriyoruz…
Gerçi, hâlâ benim aklım, bu varlıkların zarar veren insanlara ve onların soylarına, soylarındaki bireyleri bir şekilde tanıyarak, çok uzun bir müddet, soyun bireylerinin “anlamasına” kadar, bu cezalandırmayı “nasıl” gerçekleştirebildiklerini; hangi yasaların, formüllerin burada geçerli olduğunu anlayamıyor; ama nasıl yapabildiklerini bilmesem bile, yaptıklarını biliyorum…
Çoğu insan, hele biraz bilgi bilen ve kendisine modern diyen insan, doğadaki en büyük gücün insanoğlu olduğunu sanabilir. Bu sunumlar bize aslında doğanın düzenleri karşısında, sadece fırtınalar, depremler gibi doğal felaketler değil, aciz gördüğümüz ve umursamadığımız ağaçlar, hayvanlar karşısında bile aslında bizim esas bizlerin aciz olduğumuzu, bizlere çok güzel öğretti. Bir yılan dahi, ona yapılan haksızlığın öcünü alabiliyor!… Bir ağaç saygısızca kesildiğinde, genç hayvanlar öldürüldüğünde bunların bedelinin nesillere miras kaldığını Kökcanlandırmak Sunumları bizlere defalarca gösterdi.
Artık her doğaya adımımı attığımda söyle bir dağlara bakıp içimden ormanın ruhunu, sevgili toynaklımı yüreğimle selamlıyorum ve izin istiyorum ormana girebilmek için…
İnsanoğlu Dünya’daki en akıllı ve yetkin yaratık olabilir; ama doğanın her bir parçası yaşıyor ve zulüm karşısında gereken cezaları veriyor; gözümüzle görsek de görmesek de!
Hepimizin doğaya saygı duymayı öğrenmemiz ve yüreğimizle doğayla konuşmaya başlamamız, toynaklıyı sevgimizle saygıyla selamlamamız dileğiyle… Onlar sadece insanoğlunun büyümesini, düzenleri-yasaları anlamasını istiyorlar…
Dünya’mız cennetimiz olsun!…
Sevgi ve Saygılarımla,
Vildan Çolak